Önde siyah merso, arkada bemeve,
ben de rence binmiş, kolum dışarda elimde tespih gidiyorum. İlerde polis
durdurdu. Dört tane silahlı polis geldi yanıma. İndim aşağı biri geldi, silah var mı arabada, dedi. Yok dedim. Başka bir polis geldi. Ruhsatlı silah var mı, dedi. Yok dedim. Ruhsatsız var mı peki, dedi. Yok
dedim. Biri biraz daha ilerde ilk ifademi alır gibi, arabadan biraz uzağa çekti
beni. Diğerleri arabayı aramaya başladılar. Hemen yanlarına koştum. Kamerayı ve
telefonun ışığını açtım. Şimdi arayın,
dedim. Onlarda: Sen devletin polisine
güvenmiyorsan git Suriye’de yaşa, gibi bir şey dediler. Çok sinirlendim. Bakın ben bir hafta önce çıktım mahpustan,
yok yere beş yıl yattım. Bir beş yıl daha yoktan yere yatamam, dedim. Ekibi
de tanıdım ha, sizin amirin çocuğu
üniversiteye başlayacaktı bu yıl, kazandı mı sınavı ne oldu, dedim. Bizim amirin çocuğu yok ki, deyince
yüzüm nasıl kızardı anlatamam. Sonra arkadan Ahmet komserim geldi. Vay Cihancım
falan filan… Sarıldık. Amirim sizin çocuk
yok muydu ya, diye sordum. Bakma sen
bizim çocuklara boş ver. Tamam,
çocuklar siz de arabayı bırakın, Cihan tanıdık sıkıntı yok, dedi. Bana da, Cihancım kusura bakma üç tane siyah mersedes, renç, bemeve peş peşe görünce
şüphelendik birinde de sen çıktın, dedi. Önemli değil amirim, dedim. Sonuçta
görevini en çok seven, vatanını en iyi yapandır.
Kimdi bu akıl dolu sözlerin
sahibi deyip, kafamı dönüp bakmış, gördüklerime şaşırmıştım. Karşımda ülkücü
liseliler beklerken; parmağındaki üç hilal amblemli kocaman yüzüğüyle,
anlatmaya devam eden bir adam ve ağızları açık bir şekilde bu adamı dinleyen tek
hilalli yüzük takmış, üç adamı görmüştüm. Onlardaki yüzük daha üç hilal
olmamıştı. Belki aralarında rütbe gibi bir şeydi bu. Üç hilal mertebesine
ulaşan kabadayılık hikâyesi anlatmaya hak kazanıyordu belki.
Şirketten rapor alıp, mesaiden
erken çıkmış, evin yakınındaki çorbacıya gitmiştim. Daha fazla dikkat çekmeden,
önüme dönüp, yemeğime devam ettim. İlk başta çok komik gelmişti ama gerçekten
sözü bu şekilde biliyor olmasınlar diye içimden geçirdim. Sonuçta, bu zihniyet
yıllardır görev aşkıyla bizi düdüklüyordu. Aman
Levent Kırca çıkarımları yapmayı bırak Sinan, dedim kendi kendime.
Garson boş tabakları alırken, bir
yandan da işe yeni başlayan komiye masayı silmesini söylemişti. Çocuk masayı
silerken bütün kiri üzerime silkti. Önceden farkında bile olmazdım. Ama o gün
dikkatimi çekmişti. İçimden çocuğu uyarmak bile geçti. Aman Allahım ne oluyordu bana böyle, yoksa bir sonraki seviyeye
geçip garsona seslenirken bakar mısın,
mı diyecektim? Yoksa yoksa daha da ileri gidip; aman be abicim biraz dikkatli ol, diye kızacak mıydım? Yemek biraz
geç kaldığında, hakkını kimselere yedirmeyen cevval vatandaş olup; yemekler nerde kaldı acaba yan masa benden
sonra gelmesine rağmen onların yemekleri geldi benimki hala yok, uyarı seviyesine
mi gelecektim. Çok korkmuştum kendimden. Hemen kendime çekidüzen verdim. Gardaş, dedim varsa bir çay alayım, sonuçta bedava. Olur, abi hemen getiriyorum, dedi. Getirmedi. Unuttu beni zalim.
Çay içmeden hesabı ödeyip çıktım. Eve doğru yürürken, komşuların beni görmemesi
için içimden dua ediyordum. Mesai saatleri içinde işte olmadığımı gördüklerinde;
vah vah Sinan işten mi çıkartılmış neden
bu saatte eve geliyor, diye düşünmelerinden korktum. Kimseyi işten
kovulduğumu düşündürerek üzmeye hakkım yoktu. Yolumu, en az pencerenin önünden
geçecek şekilde değiştirerek eve vardım. Zencefil-bal-ılık su muhteşem
üçlüsünün yardımıyla birlikte iki gün dinlenip, komşuları üzmeden işime geri
döndüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.