3 Ekim 2015 Cumartesi

Nusaybin

"İzmir'den gelip Mardin'e gitmekte olan Öz haburtur'un sevgili yolcuları mola süreniz dolmuştur, araçtaki yerlerinizi almanız önemle duyurulur." 98 ya da 99 yazıydı. Yola çıkalı iki saat olmuş, tatil yeni başlamıştı. Otobüsteki iki koltuğun arası açılarak, aradaki boşluğa abimin yeleğinin yerleştirildiği yere oturup; iki kişilik yerde üç kişi gidilecek 21 saatlik yol vardı önümde. Dahası 3 ay okulumdan uzak kalacaktım. Sıramdan, kitaplarımdan, defterlerimden, atlas marka dandik 0.7 uçlu kalemimden ya da arkadaşlarımdan uzak kalacağımdan değildi, sıkıntım.
Ondan uzak kalacaktım. Okulun açık olduğu 8 ay boyunca, derslerde, teneffüslerde onunla konuşmak için bir bahane arar, o gün şansım ve cesaretim yerindeyse, bir iki tümce konuşabilirdim. Şimdi yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Üç ay boyunca geçmeyecek hiçliğe doğru, 21 saatlik yolum kalmış; annem ve abimin arasında sıkışıp kalmıştım. Sıkkınlığımı giderecek ilk güzel şey, annemin kuru köfteleri olmuştu. (Dönüş yolunda annemin köftelerinin yerini, anneannemin içli köfteleri alacaktı. Mardin otobüslerinde, kimse mola yerlerinde bir şey yemez. En iyi yemek programlarında görülmeyecek lezzetteki yemekler, bu otobüslerde yer alırdı. Hele Mardin dönüş yolunda bidon bidon Nusaybin peyniri, acurlar, karpuz çekirdekleriyle beraber otobüsler lezzet şölenine dönüşürdü. Evet kokardı ama güzel kokardı.) Annemin utana sıkıla açtığı poşetten gizliden gizliye köfteleri yemiş, bir güzel karnımı doyurmuştum. İkinci güzel haber ise muavinden gelmiş; Konya'ya kadar arka taraftaki boş koltuğa geçebileceğimi söylemişti. Yaz tatili okuldan, daha doğrusu ondan uzak kalacağım için kötüydü ama iyi başlamıştı. Yol boyunca tabelaları takip etmiş ve kalan kilometreyi üç ile çarpıp dörde bölüp kalan dakikayı kolayca hesaplar hale gelmiştim. Hatta varış yerlerimize göre bu hesabın sağlamasını yapıyor ve hesabın müthiş bir şekilde tuttuğunu görerek kendimle gurur duyuyordum. Zaman geçtikçe annemin kuru köfteleri vücudumda çoktan sindirilmiş, gözlerim otobüslerin aranan yüzü o ulvi kişilik sevgili yemek tanrısı muavini arar olmuştu. Onu görmeden uykuya dalmış, Konya'ya vardığımızda uyanmıştım. Abimin yelek üstü yerime, geri dönme vaktim gelmişti. İlerleyen zamanlarda, Urfa Viranşehir girişinde kimlik kontrölü yapıldı. Annemin otobüse binmeden önce, konuşmalarımıza dikkat etmemiz konusunda yaptığı uyarının nedenini anlamıştım. Kimlik kontrolünü, kimin yaptığını bilmiyorduk. Daha sonra Mardin girişinde de bir kez daha kontrol yapılmıştı.  Urfa'ya ilk girdiğimiz andan itibaren evlerin görüntüsü, insanların görünüşü değişmişti. Apayrı bir dünyaya gelmek çok güzeldi. Sonunda Nusaybin terminaline varmıştık.  3 senedir gelemediğimiz, annemin babamın büyüdüğü, abimin doğduğu topraklara gelmiştik. Dayım terminalde bizi bekliyordu, Nusaybin'deki çoğu şey gibi kaçak olan taksiye binip Saniye Mama'mın (Mama: Arapça'da anne demek) evine sonunda gelmiştik ve Nusaybin gerçekten çok sıcaktı. Çocuklukta sorulan saçma sapan sorular lügatına bir yenisini ben ekliyim dedim ve "Dayı ya Nusaybin neden bu kadar sıcak?" diye sormuştum. "Oğlum" dedi. "Bize Allah vurmuş, peygamber tekme atmış. Yazın çok sıcak, kışın çok soğuk olur buralar."dedi.
Saniye Mama'mın evi yazın serin, kışın sıcak olan tarihi denilebilecek evlerindendi. Tüm aile oradaydı, teyzemler, dayımlar, kuzenler. Yani o da orda olsa, dünyanın tüm iyi insanları orada toplanmıştık, diyebilirdim. Dedemin yaptırdığı, sabah erkenden kalkıp bizim için temizleyip doldurduğu havuza giriyor, lezzeti başka hiçbir yerde bulunmayacak; kibe(işkembe dolması), ikbebet (haşlanmış içli köfte), kaburgaye (kaburga dolması), sembusek, erok(kızartılmış içli köfte) gibi yemekleri yiyorduk. Serinlemek için; Nusaybin ve Kızıltepe'ye içme suyunu sağlayan Sere Ave'ye (Beyaz Su'ya) gidiyorduk. Sere Ave için, ömrüm boyunca daha güzel yer görmedim dersem abartmış mı olurum? Yoo hayır hiç de olmam. Başka nerede suyun dibini görüp; doğal ortamı hiç bozulmadığı için bi'lumum bir sürü tehlikeli canlıyla suya girdim ki. Girmedim. Başka hangi yer o kadar savaşın, o kadar kuraklığın arasında; bu kadar yeşil ve temiz kalabilirdi. Sere Ave, öyle bir yerdi. Tamam o zaman hayatımda gördüğüm en güzel yer Sere Ave'dir. Ayrıca damlara kurulan tahtlar, burada suyun içerisine koyulmuş, bütün aile o tahtta ne güzel bir gün geçirmiştik. Karnımız acıktığında dayımla ağı germiş, sazan avlayıp iki taş arasında, iki dakika da pişirmiş, bir güzel yemiş, bu sırada gelen korucuyu bir güzel dehlemiştik. Yani tabi dayım dehlemişti. Yemek sonrası tracking ayakkabılarımızı giyip doğa yürüyüşüne çıkmıştık. Yani tamam çıplak ayakta diyebiliriz. Yürüyüş sırasında dayımın çırakları yengeç, akrep, yılan gibi canlıları yakalayıp bana gösteriyor, Nusaybinli olmanın korkusuz olmak gerektiğini gösterir şekilde gururlanıyorlardı. Nasıl ki İzmir'de Karşıyakalılar biz İzmirliyiz demez. Mardin'de de Nusaybin o şekildedir.
Sere Ave’ye gitmediğimiz günlerde, mamamın evinin yakınlarında bulunan mahalleye de adını vermiş olan Maryakup kilisesinin bahçesinde, oradaki arkadaşlarla oynuyorduk. Nusaybinli çocuklar kilisenin hemen yanında bulunan mezarlıkta da , havanın kararmasına bakmadan oynarak cesaretlerini tekrar gösteriyorlardı. Maryakup kilisesi; müslümanlığı kabul etmeden önceki Kürtler tarafından yapılan, bilimde ve sanatta bölgenin merkez olmasını sağlayan, resim, heykel ve pozitif bilimlerin eğitiminin verildiği, miladi takvime göre 4. yüzyılda yapılmış 6 fakülteli bir üniversiteydi ve Nusaybin’e ayrı bir güzellik katıyordu.
Dedemin akrabalarının olduğu, Suriye Kamışlı manzarasına sahip, yıldızları kucakladığımız, (Dünya’nın hiçbir yerinde, yıldızlar; Nusaybin’deki kadar fazla, yeryüzüne bu kadar yakın ve parlak değildir.) ailenin fertlerinin toplandığı damda, tahtın çevrelendiği örtülere, gölge oyunlarıyla çeşitli hayvan figürleri oluşturup, eğleniyorduk. Bu eğlence sırasında o zamanlar nedenini tam anlamamıştım, dayım kurt figürü yapmamam konusunda beni uyarmıştı. Ayrıca bu eğlencelerin yanında, dayım damda özel bir yer keşfetmişti, orada ışıklı radyosunu özel bir frekansa ayarlıyor, bu frekansta askerlerin telefon konuşmalarını dinleyebiliyorduk. O konuşmalarda bazı askerler Nusaybin halkından tiksinir şekilde konuşuyor, bazıları çatışma çıkmasından korkuyor, bazıları sadece sevdiğiyle hasretlik gideriyor, bazıları ise halkın kendilerine çok yakın davrandığını, Nusaybin’i çok sevdiğini söylüyordu. Ailesiyle kavga edenler, askerden kaçmayı düşünenler, komutanını bıçaklamak isteyenler, intiharı düşünenler, uyuşturucu bulmaya çalışanlar...Herkes sanki Nusaybin kışlasında görev yapmaya gelmiş gibiydi. İnsana ait herşeyi, ilk o telefon konuşmalarında dinledim sanıyorum. Çok mutluydum. Kötü olarak düşündüğüm yaz tatilim inanılmaz güzel geçiyordu.
Tatilin bitmesine bir hafta kalmıştı ve İzmir’e dönmüştük. Mardin’den döndüğümüz için üzgündüm ama bir hafta sonra hayatım boyunca okuduğum tüm okulları sevmeme sebep olan, dersin derste öğrenilmeyeceğini, derste düşünülmesi gereken daha güzel şeyler olduğunu gösteren kızı, görme zamanım gelmişti. Mutluydum. Okul başlıyordu.
Sonraları okul hayatım yine aynı şekilde gitti ve Nusaybin’e de iki sene sonra bir daha yine aynı güzellikleri yaşamak üzere gitmiştik. Ama bu iki sene içerisinde anne tarafımı rahat bırakmayacak kanser hastalığının ilki, sonsuz merhamet ve sabra sahip, tüm dünya görüşümü etkileyen, “doğrular ve yanlışlar yoktur sadece yorumlar vardır” diyen Nietzche’ye bile “Yanılmışım bu kadın hep doğru olanı yapıyor” dedirtebilecek, dünyanın en iyi ve en güzel kadını teyzemde çıkmıştı. Teyzem meme kanseri olmuştu. Biraz ağır geçse de atlatmıştı. Sonraları, ailede başlayan hastalıklar bununla sınırlı kalmayacak; annem iki kez, en büyük teyzem üç kez, dünyalar iyisi teyzem de iki kez daha kansere yakalanacaktı. Dayılarım ve diğer teyzelerim de ise kanser kadar ciddi olmasa da, başka ailelerde ciddi sayılabilecek hastalıklara uğraşmak zorunda kalacaktı. Ailede yaşanan hastalıklar, o güzel insanların biraraya gelmesini engelliyor, herkesin kendi kabuğuna çekilmesi gereken zamanlar yaşanıyordu. Sonradan önce anneannem, ondan bir sene sonra dedem ve sonradan dünyalar güzeli teyzem vefat edecekti. Bizim de Nusaybin’e gidişimiz bütün bu olanlardan sonra kesilmişti.
Bizim Nusaybin’e gidişlerimizin kesilmesine sebep olan, o güzel insanların biraraya gelmesini engelleyen kanser hastalığı, şu an ülkeye bulaşmış durumda. Ülkenin başındaki kötü huylu büyük kitle, güneydoğu halkına sıçramış, Cizre’yi, Sur’u, Beytüşşebap’ı, Nusaybin’i, Şırnak’ı, Uludere’yi, Hakkari’yi, Yüksekova’yı, bu ülkenin ilerici aydınlık, korkusuz gençlerini bitirmeye çalışıyor. Kanseri atlatanların bildiği en iyi şey kanserin yüksek vücut direnciyle yenilebileceği. İşte halkta, yüksek direnç göstererek bu kötü huylu dev kitleyi önce cerrahi müdahale ile alınabilecek kadar küçültecek, sonra cerrahi müdahale ile çıkartacak, daha sonra yarattığı tahribatı gidermek için ilaç tedavisi uygulayacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.