"Gündüzleri okullarda
Geceleri disko barda
Bazı bazı karakolda
Kimsenin ne okula gider gibi bir hali vardı ne de disko bara, bazı
bazı değil her zaman karakoldaymış gibi bir hal vardı hepsinde sadece,
tezahürattaki tek gerçeklik buydu ama yanlarında tüm gücümle beraber onları
doğrularcasına bağırıyordum. Annemin, dışarı çıkarken uyardığı kötü çocuklardı
hepsi.
Birbirine girmiş saçı sakalı, üzerine Altay amblemi dikilmiş, Del
Piero'nun 10 numaralı siyah beyaz çubuklu Juventus formasıyla, bizi kutsuyordu.
Hıristiyanların papasının, Müslümanların son halifesinin, Buda'nın, Konfüçyüs’ün
tek vücutta toplanmış hali gibiydi. Soyunsun herkes diyor, kışın ortasında
havaya aldırmadan herkes soyunuyor, kutsanmanın verdiği güçle, hiç kimse
üşümüyordu. Bir tribün lideri değil, bir hareketin öncüsü gibiydi, biz de onun
müritleriydik. On yaşındaydım. O yaşıma kadar en çok kimi seviyorsun sorusuna;
annem, babam, abim dışında bir cevap vermemiştim. Başka bir şeyin, aile kadar
sevilip sevilmeme gibi bir durumunun olduğunu bilmiyordum. Onun sayesinde
öğrendim. Bir insanın herhangi bir şeyi bu kadar çok seviyor olmasını, kanlı
canlı olarak onda görmüş, çok etkilenmiştim. Demek ki Altay sevgisi bunu insana
yaptırabiliyordu. O gün Deli Suat sayesinde Altaylı olmuştum ama Altay’a onun
kadar bağlanmam için biraz daha zaman gerekiyordu.
Abimin lisesinde dağıtılan
biletler sayesinde; her hafta abimle maça gitmeye başlamıştık. Abimin gelmediği
zamanlar, bilet parası vermemek için stat dışında bekler, büyüklerimden;
beraber stada girmeyi rica ederdim. Onlarda “Bu
kibarlık ne ağuğa goyıım bizde de bilet yok. Yanımızda dur. Birazdan salak
yapıp içeri gireriz.” derlerdi. Yani bir keresinde böyle olmuştu her zaman
olan bir şey değil. 90’ların sonunda, tribündeki olayların şimdikinden çok daha
kötü olduğu zamanlarda tek başıma bu şekilde maça giderdim. İçeri girer girmez gözlerimiz
Suat Abi’yi arıyor; onun bulunduğu bölgenin arkasına geçiyorduk. Televizyonda
izlediğim maçlarda gördüğümden çok daha farklı bir tribün oluyordu. Ayrıca
Altay tribünü çok misafirperver bir oluşuma sahipti. Çok nadir olan olayların
dışında Altay taraftarı asla rakip takım taraftarına saldırmaz, taşkınlık
çıkarmaz, kavgaya girmezdi. Öyle efendi bir taraftar kültürü vardı; hep kendi
aramızda kavga ederdik. Misafirleri hiç üzmezdik ki hala bu gelenek devam ediyor.
Altaylı olduğum ilk sezonun
sonunda Altay ligden düştü. Altaylı olduktan sonra bıraktığım takım ise Türkiye’de
daha önce hiçbir takımın kazanamadığı başarılara imza atmaya başlamıştı. Bir
sonraki sezon toparlanıp, 1. Lige döndüysek de, ertesi sezon yine ligden
düşmüştük. Altaylı olmamla beraber takımın başarısı, eksponansiyel olarak azalmaya
başladı. 30 Mayıs 2007, 15 Mayıs 2009, 15 Mayıs 2011 ve 19 Nisan 2015 gibi travmalar
yaşandı. Stadımız yıkıldı. Üst liglere çıkmamız devlet eliyle engellendi ama
hala her hafta sonu tribüne koşan manyak sayısında herhangi bir değişiklik yok.
Sayımız aynı, değişen tek şey her birimizin sevgisinde olan artış. Bu sevgiyle
beraber, “Ben daha çok seviyorum, sen Altay
için ne yaptın lan! Yok ben daha Altaylıyım sen siktir boksun” gibi
muhabbetlere girsek de her birimiz kaybedince daha çok sevmeye, Altay
için elimizden geleni fazlasıyla yapmaya başladık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.