"İzmir'den gelip Mardin'e gitmekte olan Öz haburtur'un sevgili
yolcuları mola süreniz dolmuştur, araçtaki yerlerinizi almanız önemle
duyurulur." 98 ya da 99 yazıydı. Yola çıkalı iki
saat olmuş, tatil yeni başlamıştı. Otobüsteki iki koltuğun arası açılarak,
aradaki boşluğa abimin yeleğinin yerleştirildiği yere oturup; iki kişilik yerde
üç kişi gidilecek 21 saatlik yol vardı önümde. Dahası 3 ay okulumdan uzak
kalacaktım. Sıramdan, kitaplarımdan, defterlerimden, atlas marka dandik 0.7
uçlu kalemimden ya da arkadaşlarımdan uzak kalacağımdan değildi, sıkıntım.
Ondan uzak kalacaktım. Okulun açık olduğu 8 ay boyunca, derslerde, teneffüslerde
onunla konuşmak için bir bahane arar, o gün şansım ve cesaretim yerindeyse, bir
iki tümce konuşabilirdim. Şimdi yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Üç ay boyunca
geçmeyecek hiçliğe doğru, 21 saatlik yolum kalmış; annem ve abimin arasında
sıkışıp kalmıştım. Sıkkınlığımı giderecek ilk güzel şey, annemin kuru köfteleri
olmuştu. (Dönüş yolunda annemin köftelerinin yerini, anneannemin içli
köfteleri alacaktı. Mardin otobüslerinde, kimse mola yerlerinde bir şey
yemez. En iyi yemek programlarında görülmeyecek lezzetteki yemekler, bu
otobüslerde yer alırdı. Hele Mardin dönüş yolunda bidon bidon Nusaybin peyniri,
acurlar, karpuz çekirdekleriyle beraber otobüsler lezzet şölenine dönüşürdü.
Evet kokardı ama güzel kokardı.) Annemin utana sıkıla açtığı poşetten gizliden
gizliye köfteleri yemiş, bir güzel karnımı doyurmuştum. İkinci güzel haber ise
muavinden gelmiş; Konya'ya kadar arka taraftaki boş koltuğa geçebileceğimi
söylemişti. Yaz tatili okuldan, daha doğrusu ondan uzak kalacağım için kötüydü
ama iyi başlamıştı. Yol boyunca tabelaları takip etmiş ve kalan kilometreyi üç
ile çarpıp dörde bölüp kalan dakikayı kolayca hesaplar hale gelmiştim. Hatta
varış yerlerimize göre bu hesabın sağlamasını yapıyor ve hesabın müthiş bir
şekilde tuttuğunu görerek kendimle gurur duyuyordum. Zaman geçtikçe annemin
kuru köfteleri vücudumda çoktan sindirilmiş, gözlerim otobüslerin aranan yüzü
o ulvi kişilik sevgili yemek tanrısı muavini arar olmuştu. Onu görmeden uykuya
dalmış, Konya'ya vardığımızda uyanmıştım. Abimin yelek üstü yerime, geri dönme
vaktim gelmişti. İlerleyen zamanlarda, Urfa Viranşehir girişinde kimlik
kontrölü yapıldı. Annemin otobüse binmeden önce, konuşmalarımıza dikkat etmemiz
konusunda yaptığı uyarının nedenini anlamıştım. Kimlik kontrolünü, kimin
yaptığını bilmiyorduk. Daha sonra Mardin girişinde de bir kez daha kontrol
yapılmıştı. Urfa'ya ilk girdiğimiz andan
itibaren evlerin görüntüsü, insanların görünüşü değişmişti. Apayrı bir dünyaya
gelmek çok güzeldi. Sonunda Nusaybin terminaline varmıştık. 3 senedir gelemediğimiz, annemin babamın
büyüdüğü, abimin doğduğu topraklara gelmiştik. Dayım terminalde bizi
bekliyordu, Nusaybin'deki çoğu şey gibi kaçak olan taksiye binip Saniye
Mama'mın (Mama: Arapça'da anne demek) evine sonunda gelmiştik ve
Nusaybin gerçekten çok sıcaktı. Çocuklukta sorulan saçma sapan sorular lügatına
bir yenisini ben ekliyim dedim ve "Dayı ya Nusaybin neden bu kadar
sıcak?" diye sormuştum. "Oğlum" dedi. "Bize Allah vurmuş,
peygamber tekme atmış. Yazın çok sıcak, kışın çok soğuk olur
buralar."dedi.
Saniye Mama'mın evi yazın serin, kışın sıcak olan tarihi denilebilecek
evlerindendi. Tüm aile oradaydı, teyzemler, dayımlar, kuzenler. Yani o da orda
olsa, dünyanın tüm iyi insanları orada toplanmıştık, diyebilirdim. Dedemin
yaptırdığı, sabah erkenden kalkıp bizim için temizleyip doldurduğu havuza
giriyor, lezzeti başka hiçbir yerde bulunmayacak; kibe(işkembe dolması),
ikbebet (haşlanmış içli köfte), kaburgaye (kaburga dolması), sembusek,
erok(kızartılmış içli köfte) gibi yemekleri yiyorduk. Serinlemek için; Nusaybin
ve Kızıltepe'ye içme suyunu sağlayan Sere Ave'ye (Beyaz Su'ya) gidiyorduk. Sere
Ave için, ömrüm boyunca daha güzel yer görmedim dersem abartmış mı olurum? Yoo
hayır hiç de olmam. Başka nerede suyun dibini görüp; doğal ortamı hiç bozulmadığı
için bi'lumum bir sürü tehlikeli canlıyla suya girdim ki. Girmedim. Başka hangi
yer o kadar savaşın, o kadar kuraklığın arasında; bu kadar yeşil ve temiz
kalabilirdi. Sere Ave, öyle bir yerdi. Tamam o zaman hayatımda gördüğüm en güzel
yer Sere Ave'dir. Ayrıca damlara kurulan tahtlar, burada suyun içerisine
koyulmuş, bütün aile o tahtta ne güzel bir gün geçirmiştik. Karnımız
acıktığında dayımla ağı germiş, sazan avlayıp iki taş arasında, iki dakika da
pişirmiş, bir güzel yemiş, bu sırada gelen korucuyu bir güzel dehlemiştik. Yani
tabi dayım dehlemişti. Yemek sonrası tracking ayakkabılarımızı giyip doğa
yürüyüşüne çıkmıştık. Yani tamam çıplak ayakta diyebiliriz. Yürüyüş sırasında dayımın
çırakları yengeç, akrep, yılan gibi canlıları yakalayıp bana gösteriyor,
Nusaybinli olmanın korkusuz olmak gerektiğini gösterir şekilde
gururlanıyorlardı. Nasıl ki İzmir'de Karşıyakalılar biz İzmirliyiz demez.
Mardin'de de Nusaybin o şekildedir.
Sere Ave’ye gitmediğimiz günlerde, mamamın evinin yakınlarında bulunan
mahalleye de adını vermiş olan Maryakup kilisesinin bahçesinde, oradaki
arkadaşlarla oynuyorduk. Nusaybinli çocuklar kilisenin hemen yanında bulunan
mezarlıkta da , havanın kararmasına bakmadan oynarak cesaretlerini tekrar
gösteriyorlardı. Maryakup kilisesi; müslümanlığı kabul etmeden önceki Kürtler
tarafından yapılan, bilimde ve sanatta bölgenin merkez olmasını sağlayan,
resim, heykel ve pozitif bilimlerin eğitiminin verildiği, miladi takvime göre
4. yüzyılda yapılmış 6 fakülteli bir üniversiteydi ve Nusaybin’e ayrı bir
güzellik katıyordu.
Dedemin akrabalarının olduğu, Suriye Kamışlı manzarasına sahip,
yıldızları kucakladığımız, (Dünya’nın hiçbir
yerinde, yıldızlar; Nusaybin’deki kadar fazla, yeryüzüne bu kadar yakın ve parlak
değildir.) ailenin fertlerinin toplandığı damda, tahtın çevrelendiği
örtülere, gölge oyunlarıyla çeşitli hayvan figürleri oluşturup, eğleniyorduk.
Bu eğlence sırasında o zamanlar nedenini tam anlamamıştım, dayım kurt figürü
yapmamam konusunda beni uyarmıştı. Ayrıca bu eğlencelerin yanında, dayım damda
özel bir yer keşfetmişti, orada ışıklı radyosunu özel bir frekansa ayarlıyor, bu
frekansta askerlerin telefon konuşmalarını dinleyebiliyorduk. O
konuşmalarda bazı askerler Nusaybin halkından tiksinir şekilde konuşuyor,
bazıları çatışma çıkmasından korkuyor, bazıları sadece sevdiğiyle hasretlik
gideriyor, bazıları ise halkın kendilerine çok yakın davrandığını, Nusaybin’i
çok sevdiğini söylüyordu. Ailesiyle kavga edenler, askerden kaçmayı düşünenler, komutanını bıçaklamak isteyenler, intiharı düşünenler, uyuşturucu bulmaya çalışanlar...Herkes sanki Nusaybin kışlasında görev yapmaya gelmiş gibiydi. İnsana ait herşeyi, ilk
o telefon konuşmalarında dinledim sanıyorum. Çok mutluydum. Kötü olarak
düşündüğüm yaz tatilim inanılmaz güzel geçiyordu.
Tatilin bitmesine bir hafta kalmıştı ve İzmir’e dönmüştük. Mardin’den
döndüğümüz için üzgündüm ama bir hafta sonra hayatım boyunca okuduğum tüm
okulları sevmeme sebep olan, dersin derste öğrenilmeyeceğini, derste
düşünülmesi gereken daha güzel şeyler olduğunu gösteren kızı, görme zamanım
gelmişti. Mutluydum. Okul başlıyordu.
Sonraları okul hayatım yine aynı şekilde gitti ve Nusaybin’e de iki
sene sonra bir daha yine aynı güzellikleri yaşamak üzere gitmiştik. Ama bu iki
sene içerisinde anne tarafımı rahat bırakmayacak kanser hastalığının ilki,
sonsuz merhamet ve sabra sahip, tüm dünya görüşümü etkileyen, “doğrular ve yanlışlar
yoktur sadece yorumlar vardır” diyen Nietzche’ye bile “Yanılmışım bu kadın hep
doğru olanı yapıyor” dedirtebilecek, dünyanın en iyi ve en güzel kadını teyzemde
çıkmıştı. Teyzem meme kanseri olmuştu. Biraz ağır geçse de atlatmıştı. Sonraları,
ailede başlayan hastalıklar bununla sınırlı kalmayacak; annem iki kez, en büyük
teyzem üç kez, dünyalar iyisi teyzem de iki kez daha kansere yakalanacaktı. Dayılarım
ve diğer teyzelerim de ise kanser kadar ciddi olmasa da, başka ailelerde ciddi
sayılabilecek hastalıklara uğraşmak zorunda kalacaktı. Ailede yaşanan hastalıklar,
o güzel insanların biraraya gelmesini engelliyor, herkesin kendi kabuğuna
çekilmesi gereken zamanlar yaşanıyordu. Sonradan önce anneannem, ondan bir sene
sonra dedem ve sonradan dünyalar güzeli teyzem vefat edecekti. Bizim de
Nusaybin’e gidişimiz bütün bu olanlardan sonra kesilmişti.
Bizim Nusaybin’e gidişlerimizin kesilmesine sebep olan, o güzel
insanların biraraya gelmesini engelleyen kanser hastalığı, şu an ülkeye bulaşmış
durumda. Ülkenin başındaki kötü huylu büyük kitle, güneydoğu halkına
sıçramış, Cizre’yi, Sur’u, Beytüşşebap’ı, Nusaybin’i, Şırnak’ı, Uludere’yi,
Hakkari’yi, Yüksekova’yı, bu ülkenin ilerici aydınlık, korkusuz gençlerini bitirmeye
çalışıyor. Kanseri atlatanların bildiği en iyi şey kanserin yüksek vücut
direnciyle yenilebileceği. İşte halkta, yüksek direnç göstererek bu kötü huylu
dev kitleyi önce cerrahi müdahale ile alınabilecek kadar küçültecek, sonra cerrahi
müdahale ile çıkartacak, daha sonra yarattığı tahribatı gidermek için ilaç
tedavisi uygulayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.